14 Mayıs 2015 Perşembe

Taxi

Taxi hem sansüre karşı film yapmanın hem de onu böyle bir alana sıkıştıran sansürün ne OLDUĞUNU anlatmaya çalışan bir film

Taksiye binen herkesle bir sansürdaşlık kuruluyor 

5 Mayıs 2011 Perşembe

Ana akıma bağlı filmler, sinemaları neredeyse işgal etmiş durumda. Sinema salonlarında bu anlayışa yakın duran filmler ciddi bir hakimiyet kurmuş durumda. Her hafta vizyona giren filmlere bakıldığında, bağımsız birçok film ya çok az salonda yer bulabiliyor ya da salonlarımıza hiç uğramıyor. Bu filmleri meraklıları festivallerde görme şansı elde edebiliyorlar. Bu şansı yakalayamayanlar bu yapımlardan haberdar olamıyor. Bu yazıda son birkaç yıldır adından dünya festivallerinde sıkça söz ettiren, ancak Türk seyircisiyle buluşma şansı bulamamış birkaç filmden söz edeceğiz. Filmleri seçerken ikinci ölçütümüz de bu yapımların "kurgusu, film dili, konusuyla" diğer filmlerden ayrılması; büyük, karmaşık, sıra dışı meselelerini buna uygun bir biçimle seyircilerine sunmaya çalışmaları olacak. Yunan, Türk, Kore, Danimarka, Amerika sinemalarına değin uzanan bu filmlerden oluşturduğumuz seçki şöyle:

Bin-Jip ( Boş Ev): Yönetmen: Ki-Duk Kim (2004) Boş Ev, Güney Koreli yönetmen Ki- Duk Kim'in en çok ses getiren çalışması denebilir. Venedik Film Festivali'inde en iyi yönetmen ödülünü getirmiş olan film, dünya festivallerinde adından sıkça söz ettirdi. Film, tatile çıkan, iş için evinden uzak kalan insanların evlerine onlar yokken gidip kalan bir genci konu edinmekte. Evlere girmesinin amacı hırsızlık veya başka kötü bir amaç değil. Evde bulunduğu vakit o ailenin bir bireyi oluyor, çamaşırlarını yıkıyor, evin hasarlı aletlerini tamir ediyor. Ancak bir gün yine bu şekilde girdiği bir evdeki neredeyse eve hapsedilmiş bir kadınla tanışması filmin öyküsünü bir anda değiştiriyor. Aralarındaki ilişki bir anda aşka evriliyor ve kadın zengin kocasını geride bırakarak âşık olduğu kişiyle evlerde yaşamaya başlıyor. Filmi ilginç kılan en önemli nokta baş karakterin hiç konuşmaması, diğer karakterlerin ise çok az konuşması. Film sessiz bir zemin üzerinde ilerliyor. Belki Uzak Doğu kültürüyle de alakası olan, konuşmalardan çok vücut dilinin, tekrarlanan hareketlerin öne çıkması filme masalsı bir hava katmakla beraber, aşkın kendisini anlatmaktan çok beraber susabilmek olduğunu yansıtıyor. Bu sessizliğe karşın film temposundan hiçbir şey kaybetmiyor. Boş Ev, dilin, iletişimin işlevini yitirdiği, insanlar arası diyalogların yavanlaştığı bir dönemde, herhangi bir sözlü iletişime gereksinim duymadan güçlü bağlar kurabilmenin olanaklarını arıyor. Filmin sonlarına doğru baş karakterimiz görünmez olup varlığını duyuruyor. "İçinde yaşadığımız dünya gerçek mi düş mü söylemek zor." sözüyle biten filmin, "gerçeklik" algısı üzerine de çok sözü var.

Lars and the Real Girl: Yönetmen: Craig Gillespie (2007) Babasının ölümünden sonra kardeşinin evinin garajında yaşayan Lars, gittikçe içinde bulunduğu çevreden kopmaktadır. Lars, çevresiyle yaşadığı bu iletişimsizliği internetten sipariş ettiği bir kadınla aşmaya çalışmaktadır. Şaşkınlıklarından kısa sürede kurtulan aile bireyleri Lars'ı ve arkadaşını kabul etmek zorunda kalacaklar, bunun yanında Lars'ın yapay arkadaşına gerçekmiş gibi davranacaklardır. Filmi hem Lars'ın kişisel tarihini takip etmek açısından hem de günümüz dünyasına yaptığı göndermelerle okuyabiliriz. Lars'ın annesini doğum sırasında kaybetmesi, babasının ölümüyle yalnızlaşması gerçeklikten kopuş sürecini hızlandırıyor. diğer taraftan "Sanal-gerçeklik" tartışmalarının hız kazandığı günümüzde filmin değeri artıyor. Bunun yanında bire bir ilişkilerin yerini sanal ilişkilerin almaya başladığı, hatta sanal kimliklerin gerçek kimlikleri etkilemeye başladığı günümüzde filmin sembolik değerini pekiştiriyor.

Dogville: Yönetmen: Lars Von Trier (2003)
Kynodontas:Yönetmen: Giorgos Lanthimos (2009) İncelenen ikinci film ise, oldukça yakın bir coğrafyadan, bir Yunan filmi. 2009 yapımı ve çok yeni sayılabilecek Kynodontas’ın( Köpek Dişi) yönetmeni Giorgos Lanthimos Oscar ve BIFA gibi birçok festivalde ödüle aday gösterilmiş ve Cannes’da Prix Un Certain Regard ödülüne layık görülmüştür.

Filmin bu kadar öne çıkmasını sağlayan öğe ise çarpıcı konusu olabilir. Çocuklarını modern hayattan soyutlayarak, tamamen kendileri yetiştiren ebeveynler ve çocukların gelişimini anlatan filmde, iki kız bir oğlan olan çocuklar dünyadan bihaber, kendi evrenlerinde tuzu telefon, uçağı oyuncak sanarak yaşamaktadırlar. Gelişim çağından olan oğlanın cinsel ihtiyaçlarını karşılamak üzere baba tarafından getirilen Christina adlı karakterin aile içinde karışıklık yaratmasıyla başlayan olaylar, filmin sonunu ilgi çekici hale getirmiştir.

Film aslında bir kapalı baskıcı toplum eleştirisi olarak da görülebilir. Ev sınırlarından sadece arabayla çıkan babanın ailenin ihtiyaçlarını sağlaması, anne dahil bütün ev halkının onun otoritesi altında olması, babayı devlet konumuna sokmaktadır. Anne ise, çocukların gelişiminden yükümlüdür. Küçük evrenlerinde çocuklara zombilerin küçük sarı çicekler olduğunu söyleyen de odur. Anne filmde, toplumun beynini yıkayan yandaş medya vb. olarak görülebilir. Sürekli olarak geçmişe ait videoların izlenmesi, akşam yemeklerine büyük bir ciddiyetle hazırlanılması ve resmiyete önem verilmesi, kapalı toplumlardaki sürekli geçmişe dönüş ve ciddi törenlerin sembolü olarak yansıtılmış olabilir. Cezalandırılan diğer kardeş, cani kedi gibi korku unsurlarıyla da totaliter rejime eleştiri görülmektedir.

Filmin ismi de olan köpek dişi ise isyanın ve özgürlüğün sembolüdür; çünkü ebeveynleri çocuklara ancak köpek dişleri düştüğünde bir yetişkin olacaklarını ve ancak yeni köpek dişleri geldiğinde araba kullanabileceklerini söylemiştir. Bu durumda film sonlarına doğru dişini kıran büyük kız kardeş, bir anlamda, uyanışının verdiği sabırsızlıkla kurulu sisteme isyan etmiş yine de sistemin etkisiyle, (yeni bir köpek dişi çıkmadığından), arabayı sürmek ya da yalınayak kaçmak yerine bagaja saklanmayı tercih etmiştir. Bu da baskıcı rejimin, birey üzerindeki hipnotik etkisi şeklinde yorumlanabilir.

Birçok çevreden tepki almasına rağmen Kynodontas, sinema için bir kazanımdır; çünkü Haneke’vari addedebileceğimiz bu tür seyirciyi rahatsız eden, düşünmeye zorlayan ve hayata farklı bir yönden bakmasını sağlayan filmler olmaksızın, sinema bir iletişim aracı olarak başarısız sayılabilir. İleride kült sayılabilecek bu filmi, üzerinde düşünebilecek geniş zamanlarınızda izlemenizi tavsiye ederiz.

Den Brysomme mannenYönetmen: Jens Lien (2006) "Uyumsuz Adam" diye Türkçeye çevrilen bu filmi izlediğimde aklıma ilk gelen Kafka oldu. Kafka'nın birçok roman ve öyküsünde kurguladığı "gri, donuk, dingin, tedirgin edici" dünya filmin ilk sahnelerinden itibaren sizi içine alıveriyor. Film ilerledikçe refah seviyesinin çok iyi olduğu bir ülkede insan ilişkilerine odaklı bir distopya içinde olduğunuzu fark ediyorsunuz. Film, Andreas adlı adamın neresi olduğunu bilmediğimiz bir yerden modern bir kente gelişini, burada iş, sevgili ve bir çevre edinişini anlatıyor. Ancak bu yeni kentte yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu sezinlemeye başlar. Patronu istediği zaman işe gelip gidebileceğini, insanların istedikleri gibi para harcayabildiğini, ahlak, duygu adına hiçbir ölçütün geçerli olmadığı ilişkilerin yaşandığı sözüm ona mutlu bir kentte bulunduğunu fark eder. Filmin yönetmeninin Norveçli olduğunu anımsadığımızda taşlar yerini buluyor. Refah seviyesi yüksek bir ülkenin geleceğine karanlık bir bakışı izliyoruz. Klasik karşı ütopyalardaki gibi "otoriter bir rejimin, baskı düzeninin" olmadığı, aksine zengin, mutlu insanların yaşadığı bu ortamda insana ait değerlerin yok olabileceğini düşündürten bir yapım. Bilimin, ülke düzeyindeki refahın, rasyonalizmin bizi nerelere götürebileceğini bir daha sorgulamamızı isteyen bir film Uyumsuz Adam.

23 Nisan 2011 Cumartesi

Son Yılların En Çarpıcı Filmleri

Ana akıma bağlı filmler, sinemaları neredeyse işgal etmiş durumda. Sinema salonlarında bu anlayışa yakın duran filmler ciddi bir hakimiyet kurmuş durumda. Her hafta vizyona giren filmlere bakıldığında, bağımsız birçok film ya çok az salonda yer bulabiliyor ya da salonlarımıza hiç uğramıyor. Bu filmleri meraklıları festivallerde görme şansı elde edebiliyorlar. Bu şansı yakalayamayanlar bu yapımlardan haberdar olamıyor. Bu yazıda son birkaç yıldır adından dünya festivallerinde sıkça söz ettiren, ancak Türk seyircisiyle buluşma şansı bulamamış birkaç filmden söz edeceğiz. Filmleri seçerken ikinci ölçütümüz de bu yapımların "kurgusu, film dili, konusuyla" diğer filmlerden ayrılması; büyük, karmaşık, sıra dışı meselelerini buna uygun bir biçimle seyircilerine sunmaya çalışmaları olacak. Yunan, Türk, Kore, Danimarka, Amerika sinemalarına değin uzanan bu filmlerden oluşturduğumuz seçki şöyle: